Şakirdlerin zorlama yorumlar ve uydurma hatıralar ile Said-i Nursi'yi yüceltmek gayretleri artık son bulmalıdır

said-i nursi, said nursi, said okur, saidi nursi
said-i nursi, said nursi, said okur, saidi nursi
Risâle-i Nûr, Said Nursî şakird’lerinin üstadları hakkında o kadar şüpheleri vardır ki, ha bire onun hakkında, şâhid’ler gösterme gayreti içine girmektedirler.

“(Resûlüm!) De ki; Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini azîz (yüceltir), dilediğini de zelil (alçaltırsın), kılansın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kâdirsin.” (Âl-i İmran 3/46)

Cenab-ı Hakk, bir kulunu belli bir asır’da müceddid, mürşid-i Kâmil gönderecekse âlem-i Ezel’de, Tensib-i İlâhî ile tensip eder, dünya’ya geldikten sonra da onu aziz kılar ve mertebesini insanlar arasında yüceltir.

Allah’ın aziz kıldığı (yücelttiği) bir kulunu, bütün insanlar bir araya gelseler zelil kılamazlar (alçaltamazlar), Allah’ın zelil kıldığı, alçalttığı bir kulunu da bütün insanlar bir araya gelseler de aziz kılmaya çalışsalar, (yüceltmeye çalışsalar) yine de onu aziz kılamazlar, yüceltemezler.
Şakird’ler, hiç bir suretle üstad’larında bulunmayan, esâsen kendisinin de herhangi bir iddiası bulunmayan, tecdid, irşâd, hattâ mehdî’lik isnadı gibi ifrat ve tefritlerini zorlama şahid’liklere dayandırmak istiyorlar. Önce Necmeddin Şahiner imzasıyla, “Son Şahidler”, “40 YAZARIN KALEMİNDEN BEDİÜZZAMAN”, kitaplarını neşrettiler. Şimdilerde, Salih Okur imzasıyla “Ulemânın Gözüyle Bediüzzaman”, kitabını yayınlamışlardır.

Tespitlerimize göre, gerek daha önce neşredilen “Son Şahidler”de, “40 Yazarın Kaleminden Bediüzzaman”da ve gerekse son yayınlanan “Ulemânın Gözüyle Bediüzzaman”da yazılarına, görüşlerine yer verilen pek çok zevât ile yüzyüze herhangi bir mülâkatta bulunulmamış, hayâlî mülâkatlarla kendi söylemek istediklerini, isimleri, Efkâr-ı Umûmî’de i’tibâr sahibi zevâta söyletmişlerdir.

Salih Okur imzalı, “Ulemanın Gözüyle Bediüzzaman” kitabının ön kapağında, Said Nursi’nin Kuvvacı Kalpaklı bir resmi merkeze oturtulmuş, onun etrafına, asrımızın, Sahib-i Zamanı, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmili, Müceddid ve Medâr Mürşid, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri’nin, devrimizin büyük âlimlerinden Merhûm Ömer Nasûhî Bilmen Efendi Hazretleri’nin, Osmanlı Şeyhulislâmlarından, Mustafa Sabri Efendi’nin ve otuza yakın kimsenin resimleri onun etrafına serpiştirilmiştir.

Verilmek istenen mesaj, “Bu asırda ulema’nın en büyüğü, merkezi, Said Nursî’dir, diğerleri de buna şahid’lik etmektedirler.”

Said Nursî hakkında tam olarak görüşlerini bilemediğimiz, en azından bizim muttalî olamadığımız zevât bir tarafa, Said Nursî hakkında kat’î, sarih görüşleri cümle alemce bilinen, Pek Muhterem Zevat’a bu ağır iftira, buhtan niye?!...

Salih Okur Kitabı’nın 329-337 sahifeleri arasında, üçüncü, dördüncü şahısların, Mustafa Sabri Efendi’den, Said Nursi’ye, Said Nursî’den Mustafa Sabri Efendi’ye selâm getirip-götürdüklerini yazar. Fakat, “Selâm-kelâm dışında dişe dokunur herhangi bir değerlendirme vermiyor. Ancak, taktik aynı taktik, “Bakınız, diğer bütün ulema gibi Şeyhulislâm Mustafa Sabri Efendi de üstad’a ne övgüler düzmektedir.”

Kitapta yer verilen ulema arasında (aralarında ba’zılarına asla “Âlim” denilemez) Said Nursi’yi çok yakından tanıyan elbette ki, Mustafa Sabri Efendi’dir. Şöyle ki, Devlet-i Aliyye’mizin yıkılmasına müncer olan vak’alarda, Sultan 2. Abdülhamid’in taht’dan indirilmesinde, Yahûdî, Hıristiyan ve Rumlarla işbirliği içerisindeki İttihad ve Terakkî Cemiyetiyle birlikte hareket eden, Said Nursî gibilere, ulufe olmak üzere, Mason Şeyhulislâm, Musa Kazım tarafından oluşturulan ve kukla pâdişah, Sultan Reşat tarafından bir İrâde-i Sâniye ile kuruluşu tamamlanan “Dâiretü’l-Hikmet-i İslâmiyye” adlı kuruluşta Said Nursî de aza idi, Mustafa Sabri Efendi de... Mustafa Sabri Efendi, Damad Ferid Hükûmetinde Şeyhulislâm’lık makamında oturuyordu. Said Nursî de İttihatçıların en mu’teber adamlarından birisiydi!...

Mustafa Sabri Efendi Kimdir?
12 Rebîülevvel 1286’da (28 Haziran 1869) Tokat’da doğdu. Öğrenimine memleketinde başladı. Henüz 10 yaşındayken hafızlığını tamamladı. İslâmî ilimlerde Zûniyezâde Ahmed Efendi’den icazet aldı. Ardından Kayseri’de Divrikli Mehmet Emin Efendi’nin medreselerine devam etti. Bir müddet sonra da İstanbul’a gidip Meşîhat-ı İslâmiyye’de ders vekili Gümülcineli Ahmed Asım Efendi ile Mehmed Atıf Efendi’den ders aldı. Ahmet Asım Efendi’nin kızı Ulviye Hanımla evlenip, İstanbul’a yerleşti. Genç yaşta ruûs imtihanını kazanarak, Fatih Camiî müderrisliğine ta’yin edildi (1890). 1896 yılında Beşiktaş Asâriye Camiî imamlığına getirildi. Bundan iki yıl sonra Sultan 2. Abdülhamid’in katıldığı huzur derslerine en genç aza sıfatıyla iştirâk etti. 1899, 1904 yılları arasında Yıldız Sarayı Kütüphânesi’nde “Hâfız-ı Kütûp” olarak çalıştı.

Bu sırada Köse Niyâzî Efendi’den Kıraat ilmi okudu. Medresetü’l-Vâizîn’de tefsir, Medresetü’l-Mühassisîn ile Süleymaniye Medreselerinde hadis müderrisliği yaptı. Tedkik-i Müellefât-ı Şer’iyye’nin kurucuları arasında yer aldı. Cem’iyyet-i İslâmiyye’nin reisliğine seçildi ve bu cemiyetin çıkardığı Beyânühâk adlı mecmuada başyazar sıfatıyla makâleler yazdı. Bir dönem Silistre Müftülüğü yaptı. Peyam-ı Sabah, İkdâm, Yarın ve Alemdar gibi mevkûtelerde yazılar kaleme aldı.
İkinci Meşrûtiyet’in ilânından sonra Tokat Meb’usu olarak Meclis-i Meb’usan’a girdi. Siyâsî hayatının başlangıcında İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne alaka duymakla birlikte kısa bir müddet sonra bu harekete karşı mücadeleye girişti. 1910 Ahali Fırkası’nın, 1919’da üçüncü def’a kurulan Hürriyet ve İ’tilaf Fırkası’nın kurucuları arasında yer aldı, yöneticilik yaptı. İttihad ve Terakkî hükûmetinin kurulmasından sonra Hürriyet ve İ’tilaf Fırkasına bağlı olanlar tutuklanınca, Mustafa Sabri Efendi Mısır’a gitti (1013). Oradan Romanya’ya geçti. Fakat burada tutuklanarak İstanbul’a getirildi ve Bilecik’te ikâmete mecbur edildi. Ocak 1919’da Tokat Meb’usu seçildi ve 04 Mart 1919’da kurulan Damat Ferid Paşa Hükûmetinde Şeyhulislâm’lık yaptı. Damad Ferid Paşa Kabinesinin düşmesi üzerine 19 Şubat 1919’da kurulan Teâli-i İslâm Cemiyeti reisliği yaptı. Bu cemiyet bünyesinde, Cemiyetin ikinci başkanı, İskilip’li Âtıf Hoca ve Said Nursî ile birlikte çalıştı. Yeniden teşkil edilen Damad Ferit Paşa Kabinesinde tekrar Şeyhulislâmlığa getirildi. Bu arada Şûrây-i Devlet reisliğine de vekâlet etti.

Cumhuriyetin ilânından sonra oğlu İbrahim’le birlikte 150’lilikler listesine alındı. Tam tutuklanacağı ve ba’zı bahâneler ile İskilip’li Atıf Efendi gibi idamı muhakkak olanlardandı. Bir fırsatını buldu, ailesiyle birlikte Mısır’a İskenderiyye’ye gitti. 12 Mart 1954’de Kahire’de Allah’ın rahmetine kavuştu. (Rahmetül-llâh-i Aleyh)

Osmanlı Devlet-i Aliyye’sinin 127. Şeyhulislâm’ı Mustafa Sabri Efendi, Devlet-i Aliyye’nin ilmî ve idâri makamlarında en yüksek mertebeyi ihraz etmiş, ilmiyle, ameliyle, ahlâkıyla, duruşuyla, salâbet-i Diniyyesiyle temâyüz etmiş bulunan Merhûm Mustafa Sabri Efendi, yakînen tanıdığı, Said Nursî hakkında acaba ne düşünüyor, ne yazıyor?

Mustafa Sabri Efendi, uzak diyarlarda kıt imkânlarla, Türkiye’deki dinî ve ilmî hayatı yakından ta’kip etmekteydi. En iyi ve sadık muhbirleri, Mısır’da, Camiü’l-Ezher’de tahsil gören ve yaz aylarında ta’tillerini memleketlerinde, Türkiye’de geçiren talebeydi.

Bu talebe’nin verdiği bilgiler, getirdikleri metaryeller, kitaplar ve risâle’ler o kadar canını sıkar, kalbini sıkıştırır ki, Türkiye’de olsa, İstanbul’da olsa, onlara hakkettikleri cevapları verecektir. Fakat uzak diyar’lardadır, Türkiye’ye girişi yasaktır.

O da tutar, “Kürd Said’in Mezhebi Hakkında Reddiye Armağanı” adlı bir “Reddiye” kaleme alır.
Merhûm Mustafa Sabri Efendi’nin Arapça olarak kaleme aldığı eser’lerinin Türkiye’ye sokulması hâlen yasak bulunduğundan bu “Reddiye”nin tamamını burada açıklamak imkânından mahrum bulunuyoruz. Ancak, “Reddiye”nin can alıcı noktalarından bir özet verebiliyoruz.

Besmele, Hamdele, Salvele’den sonra:
Said Kürdî mes’elesini tetkik ederken başlıca iki nokta üzerinde durmak icap eder.
Birincisi; Mürid’lerin (Şakird’lerin) Said-i Kürdî’yi i’zâm edeceğiz, (büyükleyeceğiz/büyük bileceğiz), diye küfre vardıran sözleridir.

İkincisi ise; Said-i Kürdî’nin izhar-ı Kerâmet etmesi (kerâmet göstermesi, kerâmet sergilemesi) ve Sûre-i Nûr’un asıl muhatabının kendisi olduğu hakkındaki zu’m-u bâtılı (yanlış zu’mu), belki de bu sözleri, iğfalât-ı Şeytâniyeyi (Şeytan’dan gelen vesveleri), İlhâmat-ı Hakîkiyye (Allah’tan gelen Rabbânî olan gerçek ilhamlar) zannedecek kadar ihtiyar ve ma’şûş (zayıf) olmasındandır. (Kaldı ki, halk için ilmin sebepleri, Havas-ı Selîme, Haber-i Sâdık ve akıldır. Görüldüğü gibi, “İlhâm” ilmin sebepleri arasında yoktur, İlhâm Şer’î delillerden birisi de değildir. Ve hiç kimse kendisini küfre kadar götürecek imânî esaslar hakkında, “Bana ihtar olundu, kuvvetli bir şekilde yazdırıldı,” gibi ifadeleri kullanma hakkında sahip değildir.)

Şakird’lerin sözleri mücmelen şunlardır: “Said Kürdî (Lâyuhtî’dir) hatasızdır, yanılmaz ve günah işlemez. (Ancak, Peygamber’ler “İSMET” sıfatıyla muttasıf’tırlar.)

“Onun sözleri aynen Kur’ândır”, “Beşeriyyeti Risâle-i Nûr ve Said-i Kürdî kurtaracaktır. Dünya’da iki milyon kadar Nurcu vardır. Bu insanlar dünya’nın hakîkî Müslümanları ve İslâmiyeti yegane anlayan insanlardır. Bu zat’a dil uzatanlar kâfirler ve mason’lardır. Said-i Kürdî’nin herhangi bir risalesini okuyan bir dinsiz i’tiraz edemez...” vesâire...

Said-i Kürdî ise, şakird’lerinin aksine kendisini iki ayrı şahsiyet olarak tanıtır; Birincisi, Eski Said’dir. Kürtçülük mes’elesiyle uğraşmış, Kürt Teâlî Cemiyetini kurmuş, siyâsete dalmış, Said-i Muhtî’dir (hata eden günah işleyen Said’dir), diğeri de Lâyuhti (Hatasız, günahsız) ikinci veya yeni Said’dir. Kendisine göre Sûre-i Nurdaki manalar bu asra göre ve kendisi için nazil olmuştur.


Kerâmet ehli, siyâsetle meşgul olmayan ve bu asra zamanın kutbu olarak bakan bir insandır. Sûre-i Nûr’daki bu mes’eleyi, Ebced hesabı ile Mısır(!) uleması bulup Said-i Kürdî’ye haber vermişler. Yâni Said’in Cebraili Ebced alimleri oluyor (Asayı Musa ve Zülfikâr risâlelerine bakılsın).
Yukarıya alınan özetlemelerde görüleceği üzere, Said-i Kürdî, şakird’lerinden daha insaflıdır. Hiç değilse yaşadığı ömrün bir kısmı için hata ettiğini kabul ediyor. Şakird’leri ise, onun tırnaklarını ve saçını muhafaza ederek, hemen hemen her şeyine bir kudsiyet izafe ediyorlar. Mâlumât-ı Diniyeye (dînî bilgilere), Esâsât-ı Şer’iyyeye (Şerîatın gerçeklerine) vakıf olmayan bu insanlar çok büyük hatalara düşüyorlar. Biz, hem onları hem de diğer Müslümanları, Fıkh-ı Müdevven haricinde (dinin belirli hükümleri dışında) teşekkül etmiş veyâ etmek isti’dadında bulunan nevpeyda (yeni çıkan) mezhep ve cereyanlara karşı müteyakkız bulunmaları için bu satırları yazdık...
Sabık Şeyhulislâm, Mustafa Sabri Tokadî...

Bilmem, Mustafa Sabri Efendi’nin bu veciz sözlerine ilâve edilecek bir şeyler var mı?!...

Mustafa Akkoca
20 Şubat 2012
oncevatan.com.tr

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Bu güne değin en çok tıklanılanlar