Said'e göre Kur’an’daki bazı ayetler Risale-i Nur'u işaret ediyormuş

Seyh Said
Seyh Said


Said-i Nursi, Kur’an’daki bazı ayetlerin kendi eserlerine işaret ettiğini söyler. Ebced ve cifr hesabıyla ayetlerden kendi eserleri lehine yorum çıkarmak aslında büyük bir tehlikeye işarettir. ‘Hz. Kur’an-ı Azimüşşan, sanki indirilen son kitap değil de, başka bir kitabı müjdeleyecektir.’ manası çıkmaktadır. İşte birkaç misal:

“Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna (...)"[1]

“Ve müteaddit âyat-ı Kur'âniyede Sırât-ı Müstakîm kelimesi, bir mâna-yı remziyle Risalet-in-Nur’a mânaca ve cifirce îma etmesi remze yakın bir îma ile Risalet-in-Nur şâkirdlerinin tâifesi, âhirzamanda o tâife-i kübra-i a’zamın ahirlerinde bir hizb-i makbul olacağını işaret eder diye def'aten birden ihtar edildi.”[2]

"Elif, lâm, mîm. İşte bu Kitap, kendisinde şüphe yoktur; Allah’tan sakınanlar için bir rehberdir."[3]

“el-Kitâbu lâ raybe fîhi huden lilmuttekīn = Risale-i Nur’un mebde-i intişarı 1922-1921”[4]
"(Melekler de) demişlerdi ki: '(Rabbimiz!) Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz (her şeyi) bilen, hâkim olan ancak sensin." (Sure-i Bakara/32)

“Lâ ‘ilme lenâ illâ mâ ‘allemtenâ = 974 Risâletu’n-Nûr = Aslı ile, yani lam-ı tarifle 976”[5]
"Rabbimiz, onlara kendi içlerinden, senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitabı ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir elçi gönder! Her zaman üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin, sen!"[6]

“Meâl-i icmalîsi der ki: "Kur'an ve hikmet-i kudsiyeyi size bildiriyor. Sizi mânevî kirlerden temizlendiriyor." Bu âyetin küllî ve umumî mânasında Risale-in-Nur kasdî bir surette dahil olduğuna iki kuvvetli emâre var. (...) Âyetin makam-ı cifrîsi bin üçyüz iki ederek Risale-i Nur müellifinin Kur'an dersini aldığı tarihe tam tamına tevafuk ile remzen Kur'anın bâhir bir bürhanı olan Resâilin-Nur’a bakar.”[7]

"Nitekim kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitabı ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir Elçi gönderdik."[8]


“Bu âyetin külli ve umumî mânasında Risale-i Nur kasdî bir surette dâhil olduğuna iki kuvvetli emâre var. (...)”[9]

Nursi'nin CEVŞEN uydurmaları

Said-i Nursi'nin sözleri
Said-i Nursi'nin sözleri

Cevşen’in içeriğine girmeden evvel, cevşen kelimesi Farsça ‘zırh’ manasına gelir. Efendimiz (s.a.v.)’e vahyen gelmiş kendisi Arapça olan metnin, isminin Farsça olma durumu da düşündürücüdür. Zira Hz. Resulullah (s.a.v.)’a ait olduğunu söyleyen Said-i Nursî, bu isnadına da hiçbir hadis kaynağından delil getirememiştir. Biz söyleyelim bu Cevşen’in kaynağını: ŞİA. Evet, Said-i Nursî, Cevşen’i Şia kaynaklarından almıştır. Bunu Fethullah Gülen hem açıklıyor hem de mazeret beyanında bulunuyor:

                “Daha çok Şiî kaynaklardan gelmiş olması, Ehl-i Sünnet’in Cevşen’e karşı soğuk davranmasına sebep olmuştur. (...) Sünnî kaynaklar Cevşen’e yer vermezler. Sadece Hâkim’in Müstedrek’inde Cevşen’den birkaç fıkrayı görebiliriz. Onun dışındaki eserlerde ben şimdiye kadar, Cevşen’e ait ibare ve ifadelerin birkaçının bile nakledildiğini görmedim. Ancak bu tamamen senede ait bir hususiyete dayanılarak alınmış müşterek tavrın tezahüründen başka bir şey değildir ve Cevşen’in değerine menfî yönde etki edecek bir ağırlığı da yoktur. Nitekim Buharî ve Müslim’in rivayet ettiği pek çok hadis var ki; aynı hadisleri çok küçük farklarla, hatta bazen aynı şekilde Küleynî’nin el-Kâfî’sinde yer almaktadır. Ne var ki Ehli Sünnet alimleri Küleynî’den tek bir nakilde dahi bulunmamışlardır. Halbuki onda yer alan hadisler, Buharî ve Müslim’de de yer aldıklarına göre hem senet, hem de lafız itibariyle cerhi söz konusu olmayan hadislerdir. Ancak, el-Kâfî’de yer alan hadisleri daha çok Şiî imamlar nakletmişler ve bu sebeple de Sünnîlerce, daha işin başında endişeyle karşılanmışlardır. Cevşen için de aynı durum söz konusu olmuştur. (...)”[1]

                Biz, Şii Kuleynî ve eseri el-Kâfî hakkında Şiilik bölümünde bilgi vermiştik. Fethullah Gülen’e göre; Ehl-i Sünnet hadis uleması, Şiilerin uyduruk kitaplarında mevcut olan Cevşeni tasdik etmeyip kabul etmedikleri için suçludur. Çünkü Risale-i Nur’da geçen bir dua asla inkâr edilemez. Hatta uydurukça ve Şia mesnetli olsa dahi.  Şia kaynaklarına göre Cevşen-i Kebir, alem yaratılmazdan 50 bin sene evvel Arş’a yazılmıştır. Şii muhaddisler,  Musa el-Kazımdan itibaren imamlar yoluyla Hz. Peygamber (s.a.v.) nispet edilmiş bir hadis olarak rivayet ediliyor.  Şimdi cevabını evvelden vermiş olduğumuz Cevşen’e dair Risale-i Nur’dan parçalar takdim ediyoruz:

Said-i Nursi, neye ve kime hizmet etti? Niçin meşruti idare şeklini din gibi sahiplendi?

Fethullah Gülen
Fethullah Gülen

Said-i Nursi, Meşruti idare şeklini neden din gibi sahiplendi?
Neden meşruti idare için gerekirse ümmetin yarısını feda etmeyi bile göze aldı?
Said-i Nursi, ne hakla gayr-i müslimlerin devlet idareciliğine/memuriyete getirilmelerine cevaz verdi?

Her kesimden her kesin “İngiliz ajanı” olduğunda ittifak ettiği Ali Suavi’yi neden inadına muteber bildi ve okuyucularına da böyle gösterdi?

Ali Suavi, Osmanlı’da ilk defa Meşruti idareyi, Demokrasiyi, Türkçe ibadeti v.b. İngiliz İstihbaratının ürünü olan kavramları ve görüşleri savunduğu için mi Said de ısrarla onu “üstad” bildi?

Neden Osmanlı’yı parçalayıp yıkmakla ve Hilafeti kaldırmakla görevli, İslam alimi ya da kanaat önderi sıfatıyla meydanda olan İngiliz ajanlarını, Said, hep inadına muteber bildi ve muteber gösterdi?

Said, neye ve kime hizmet etti?
Said, Afgani, Abduh, Reşit Rıza, Ali Suavi ve diğerleri… Hepsinin o kadar çok ortak noktaları var ki… Yoksa hepsi İngiliz İstihbaratının ve batı dünyasının görevlendirdiği kişiler miydi?

Aynası iş ise kişinin, buyurun bakalım işine Said’in…

MEŞRUTİYET UĞRUNA ÜMMETİ FEDA EDEN RİSALELER

            “… Ben bu ittihadın efradındanım (bireylerindenim) ve bu ittihadın tezahürüne (meydana gelmesine) teşebbüs edenlerdenim. Yoksa, sebebi iftirak (ayrılık sebebi) olan fırkalardan değilim. Elhasıl: Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o Kürtleri ikaz etti. Onlar da ona biat etti. Şimdiki Kürtler o zamanki Kürtlerdir. Bu meselede seleflerim (benden önce aynı düşüncede olanlar) Cemaleddin Efgânî, Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduh, Ali Süavî, Hoca Tahsin Efendilerle Kemal Bey (Namık Kemal) ve Sultan Selim’dir.”[1] Said-i Nursî’nin örnek aldığı kişilere bakın ki, biri takiyye yapan Şii, diğeri de masonluğu Mısır’a ve el-Ezher’e sokan kişi Abduh’tur. Biz Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh başlıklarında haklarında yeteri kadar bilgi verdik.
            “Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vali reis değil belki ücretli hizmetkârdır. Farz ediniz ki, memuriyet bir nevi riyaset ve ağalıktır; gayr-i Müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, reisliğimize ortak ettiğimiz vakitte, İslam milletinden dünyanın her tarafında üç yüz bin adamın reisliğine yol açılır. Oralarda ki Müslümanlar da, o topraklarda kaymakam ve vali olabilirler. Biri kaybedip, bini kazanan zarar etmez.”[2]

İslam Devletinde yönetim işi kesinlikle gayr-i Müslimlere devredilemez. Hiçbir koşul bu kuralı değiştiremez. Allah Teala Hz. Kur’an’da yönetici olanların Müslüman olması gerektiğini şöyle vurgulamıştır: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resulüne itaat edin ve sizden olup kendilerine otorite emanet edilmiş olanlara da itaat edin.”[3] Ve hadis-i şerifte şöyle buyruluyor: “Sizi Allah’ın Kitab’ı ile idare edecek Habeşli bir köle dahi başınıza getirilmiş olsa onu dinleyin ve ona itaat edin.”[4] Yani İslam devletinde büyük küçük fark etmez, bütün idareciler Müslüman olmalıdır.

            Said-i Nursî, bir Meşrutiyet aşığıdır. Hatta o kadar âşıktır ki, İslam halifesine isyan edecek ve meşrutiyet yolunda “bu milletin yarısını feda edebilecek” derecededir. “Nurdan zarar gelmez… Gelirse, huffaşa gelir, murdar şeylere gelir. Meşrutiyetin gelmesi için, milletin yarısı bile feda olsa buna değer.”[5] İslam halifesini tahttan indirmek için bir de İslam milletinin yarısı kırdırılacak. Neden? Meşrutiyet gelsin için. “Her ne inşa ettim ise, üstadımız olan Meşrutiyet’ten öğrendim.” sözü de Said-i Nursi’ye aittir. Peki, niçin, emirü’l mü’minine isyan ediliyor, niçin halkın yani Müslümanların yarısı feda ediliyor? Din-i islam’da konumu kesin çizgilerle belirlenmemiş bir yönetim biçimini savunmak için. Peki, Said-i Nursî’nin bu davada arkadaşları kim? İslam düşmanı ittihat ve terakki üyeleri ve Sultan Abdülhamid Hân’ın düşmanları.

            Said-i Nursî, İctimai Reçeteler adlı eserinde: “Asıl Şeriat’ın Malik-i Hakikisi (gerçek sahibi) hakikat ve Meşrutiyet’tir. Demek Meşrutiyet’i şer’i delillerle kabul ettim. Başka müzebzibler (şaşkınlar) gibi taklîdî ve hilaf-ı Şeriat kabul etmedim… İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve Şeriattır. Padişah ne vakit Peygamberimizin emrine itaat etse ve yolunda gitse halifedir. Biz de ona, itaat edeceğiz. Yoksa zulmedenler, padişah da olsa hayduttur.”

            Meşrutiyet, nasıl İslam’ın sahibi olabilir? Daha doğrusu Şeriat sanki Meşrutiyet demekmiş gibi vurgulanmıştır. Sultan Abdülhamit Han’a istibdat ve zulüm yaptı diyenler, O’nun kendisine suikast düzenleyen Ermeni’yi bile affettiğini neden akıllarına getirmezler? Halife Abdülhamit Han’a Peygamberimize itaat konusunda ders vermek sanırım Said-i Nursî’nin son görevi olsa gerek. Zira Sultan Abdülhamit Hân’ın İslam’ı yaşama ve koruma noktasında hiç kimse diyemez ki; “Şu yanlışlığı yapmıştır.” Nursî, İttihat ve Terakki’nin oyununa gelerek İslam’da olmayan bir mesele yüzünden Sultan’a haydut diyecek kadar ileri gitmiş, kendisi de: “Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş sayılır. Benim yolumda giden idarecime itaat eden bana itaat etmiş olur, idarecime isyan eden bana isyan etmiş olur.”[6] hadis-i şerifinde buyrulduğu gibi yanlışı bulunmayan Halife’ye isyan etmiştir.  Ve Allah, Hz. Kur’an’da şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan ulü’l emre (idareciler) de itaat edin…”[7]

                Risale-i Nur’da şöyle geçmektedir: “Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadime hayata başlamış; menfaati herkesin zararında arayan ve istibdatı arzu edenler; “ya leyleteni küntü türaba” demeye başladılar. Yeni Hükümet-i Meşrutamız mucize gibi doğduğu için inşallah bir seneye kadar; “tekaddeme filmehdi sabiyye” sırrına mazhar olacağız. Mütevekilane, sabrederek otuz sene suskunluk orucunun ki, azabsız cennet-i terakki ve medeniyet kapılarını bize açmıştır.”[8]

            Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet, Meşrutiyet hükümeti olan İttihat ve Terakki ile daha derinlere batmıştır. O devir, Meşrutiyet’i istemeyenler, Halife’nin bir hatası olmadığını gördükleri için isyan etmemişlerdir. Asıl “şaşkınlar” Yahudilerin oyununa gelenlerdir. Avrupa’da Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile alakalı menhus piyesleri gösterimden kaldırtan, Theodor Herzl adlı bir Yahudi’nin milyonlarca altın karşılığında Filistin’den küçük bir toprak parçası istediği zaman, bu toprakların milletin toprağı olduğunu söyleyerek onu huzurundan kovan, çoğu idam cezalarını müebbede çeviren bir Halife’yi mi desteklemek şaşkınlık, yoksa iktidara gelir gelmez evvela Balkanlar, sonra Afrika ve daha nice toprakları koruyamayan “Meşrutiyet mucizesi”ni destekleyenler mi? Tarih bunu apaçık göstermiştir. Sultan Abdülhamid’in tahtta bulunduğu otuz üç sene zarfında, hiç kimse İslam aleyhinde neşriyat yapamamış, İstanbul’a gelerek Ehl-i Sünnet’i kirletmeye çalışan Cemaleddin Efgânî ve talebesi mason Abduh, Halife tarafından İstanbul’dan dışarı atılmış, Osmanlı toprakları ve gayrisindeki Müslümanların yaşadığı topraklar mektep ve medreselerle donatılmıştır. İttihat ve Terakki’nin hainleri dahi Sultan’ın açtığı mekteplerde eğitim görmüşlerdir. Said-i Nursî şurada haklı olabilir: “medeniyet kapılarını bize açmıştır.” Çünkü Meşrutiyetin getirdiği yenilgilerle “medeni” kâfirler Devlet-i Aliyye’yi istila etmişler ve böylece medeniyet kapıları açılmış ve sırtlan sürüsü yağmalama yapmıştır. İttihat ve Terakki döneminde muhalefetin mümkün olmadığını eski İttihatçılar söylemektedirler.

            Sultan Abdülhamit Han’a darbe yapıp, ona iftira atanlardan olan Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın, kendisinin de mensubu bulunduğu İttihat ve Terakkî’den yakınan ve Sultan’dan özür dileyen “Sultan Abdülhamit Hân’ın Ruhaniyetinden İstimdat” adlı şiirinden şu kıta pek düşündürücüdür:
Padişah, hem zalim hem deli dedik,
İhtilale kıyam etmeli dedik,
Şeytan ne dediyse biz belî dedik,
Çalıştık fitnenin intibahına.

            Said-i Nursî, Abdülhamit Han’ın yaşadığı saraya da göz dikmiştir: “Menhus Yıldız’ı darülfunun et, ta Süreyya kadar âli olsun. Ve eski zebanîler yerine, melaike rahmeti yerleştir, ta cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin servetini, milletin baş hastalığı olan cehaleti tedavi için millete iade et! Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira senin idarene millet kefildir. Bu ömürden sonra ahireti düşünmek lazım. Şimdi düşünelim; Yıldız, eğlence yeri olmalı veya darülfunun olmalı. Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli! Ve gasbedilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı… Hangisi daha iyidir?[9]

            Said-i Nursî, neden Sultan’ın ikamet ettiği sarayın mektep olmasını istemektedir? Acaba Osmanlı Devletinde mektep veya medrese yok muydu? Sadece Sultan Abdülhamit Han döneminde, Osmanlı topraklarında; 400’e yakın rüşdiye, 60’a yakın idadi ve üç kıtada yüzlerce medrese ve mektep yapılmıştır. Abdülhamit Han’ın eğitime verdiği önemi ve desteği görmek isteyenler “Sultan İkinci Abdülhamit Han Devri Osmanlı Mektepleri” (Çamlıca Basım Yayın) adlı eseri inceleyebilirler.  
|  Harun Çetin
AkademiDergisi.com



[1] Tarihçe-i Hayat, Tenvir Neşriyat, 1987, İstanbul, Yedinci Cinayet
[2] Bediuzzaman’ın Münazarat ve Şerhi, 191
[3] Sûre-i Nisa Suresi/ 59
[4] İbn-i Mace, Cihad:39; Tirmizi, Cihad: 27
[5] Münazarat, 10
[6] İbn-i Mace, Cihad:39
[7] Sûre-i Nisa Suresi/59
[8] Risale-i Nur’dan Nutuklar ve Makaleler, Tenvir Neşriyat, 6                                      
[9] Divan-ı Harb-i Örfî, sh. 26-27               

Tevafuklu Kur’an iddiası ve Said-i Nursi

Risale-i Nur
Risale-i Nur

Said-i Nursî, talebesi Hüsrev Altınbaşak’a, Kur’an-ı Kerim yazdırıyor. Adı da Tevafuklu Kur’an. Neden buna ihtiyaç hissetti derseniz kendisi açıklıyor: “Yeni bir Mushaf yazdırıyoruz ki; en münteşir Mushafların aynı sahife, aynı satırlarını muhafaza etmekle beraber, san’atkârların lâkaydlığı te'siriyle âdem-i intizama mâruz kalan yerleri tanzim edip, tevafukatın hakikî intizamı inşâallah gösterilecektir ve gösterildi.”[1]

            “İşte tertîb-i Kur'an irşâd-ı Nebevî ile münteşir ve matbu’ Kur'anlar da, ilhâm-ı İlâhî ile olduğundan; Kur'an-ı Hakîm’in nakşında ve o hattında, bir nevî alâmet-i i’caz işareti var. Çünki o vaziyet, ne tesadüfün işi ve ne de fikr-i beşerin düşünüşüdür. Fakat bâzı inhiraf var ki, o da tab'ın noksanıdır ki; tam muntazam olsaydı, kelimeler tam birbiri üzerine düşecekti.”[2]

            Said-i Nursî; hattatları lâkaytlıkla; yazdıkları Mushafları da düzensizlikle itham etmektedir. Hâlbuki asırlarca yazılan Mushafların düzenleri arasında neredeyse hiçbir tasarım farklılığı bulunmamaktadır.

            Osman Keskioğlu hattatlar hakkında şunları der: “Hattatlar Kur'an’ı en güzel şekilde yazmaya uğraşmış, bu uğurda sanatın en yüksek maharetini dökmüşlerdir. İbn Mukle (H.338/M.949)’den, Yakut Müsta‘simî (H.618/M.1221)’den tut da Hafız Osman’a gelinceye kadar nice sanat parmakları oynamış, çıtır çıtır yazarak kelimeleri inci gibi Medine’de dizmişlerdir. Dillerde dolaşan bir söz vardır: Kur'an-ı Kerim Mekke’de indi, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı. Bu söz, Türk hattatlarının bu sanattaki üstünlüğünü göstermeye kâfidir. Türk hattatları yazıya en güzel ve mükemmel şeklini vermişler, pek sanatkârane Kur'an’lar yazmakta âdeta sanat yarışına çıkmışlardır. Bugün şark ve garp kütüphanelerini süsleyen nice eserler, görenlerde hayranlık uyandırmaktadır. İçlerinde çeşit hatla yazılmışlar, altın hatla yazılı Mushaflar, altın yaldızlı Mushaflar var, bunların ekserisi Türk hattatlarının kaleminden çıkmıştır.”[3]

            Yazılan bu Tevafuklu Kur’an’ın da, Levh-i Mahfuz’dakinin aynısı olduğunu da ifade ediyor Said-i Nursî: “(Kur'an’ın) Asr-ı Saadetten beri böyle hârika bir sûrette mu’cizeli olarak yazılmasına hiç kimse kadir olmadığı halde Risale-i Nur’un kahraman bir kâtibi olan Hüsrev’e "yaz!" emir buyurulmasıyle, Levh-i Mahfuzdaki yazılan Kur'an gibi yazılması…”[4]

            Cahil bir Müslüman bile Levh-i Mahfuz’daki Kur’an-ı Kerim’in ahvalinden haberdar olmasa bile en azından, orada bulunan Kelam-ı Kadim’in harekesiz olduğunu bilebilir. Hâlbuki Tevafuklu Kur’an-ı Kerim harekeli ve surelerin isimleri de yazılı!

|  Harun Çetin
AkademiDergisi.com




[1] Mektubat, s. 386, Yirmidokuzuncu Mektub/Mu’cizat-ı Ahmediyye/Üçüncü Risale Olan Üçüncü Kısım/Dördüncü Nükte
[2] Mektubat, s. 167-168, Yirmidokuzuncu Mektub/Mu’cizat-ı Ahmediyye/Onsekizinci İşaret
[3] Osman Keskioğlu, Nüzûlünden Günümüze Kur'ân-ı Kerîm Bilgileri, TDV Yayınları, Ankara 1987, 141-142
[4] Âsâ-yı Mûsa, 85, Meyve Risalesi/Isparta’daki umum Risale-i Nur Talebeleri namına Ramazan tebriki münasebetiyle yazılmış ve Onüç fıkra ile ta’dil edilmiş bir mektuptur.

Bu nasıl bediüzzaman? Bediüzzaman olduğu iddia edilen Said-i Nursi, Kütüb-ü Sitte'yi dahi bilmiyor mu?

Bediüzzaman
Bediüzzaman


Şamlı Hâfız Tevfik’in mektubu, Said Nursî tarafından Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî’ye alınmıştır ve orada şöyle bir ifade geçmektedir:

“(...) Ashab-ı Kütüb-ü Sitte’den İmam-ı Hâkim ‘Müstedrek’inde ve Ebu Dâvud ‘Kitab-ı Sünen’inde, Beyhakî ‘Şuab-ı İman’da tahriç buyurdukları: (...) Şamlı Hâfız Tevfik.”[1]

            Hâlbuki Kütüb-i Sitte şu altı kaynaktan meydana gelmektedir: el-Buhārî ve Muslim’in el-Câmi‘u’s Sahîh’leri ile Ebû Dâvud, et-Tirmizî, en-Nesâ‘î ve İbn Mâce’nin es-Sunen’leri. Yani İmam-ı Hakim’in Müstedrek’i Kütüb-i Sitte’den değildir.  Risale-i Nur’da mevcut bu elim hataya ne denir bilmiyorum?  Said-i Nursî ve şakirtlerinin hadis ilimlerinde ne kadar ehliyetli oldukları görülmektedir.



| Harun Çetin
AkademiDergisi.com

Said-i Nursi (Bediüzzaman) Hıristiyan Misyoneri miydi? Ya da gizli bir kardinal miydi?

Said-i Nursi kimdir?
Said-i Nursi kimdir?
Said-i Nursi Hıristiyan Misyoneri miydi? Ya da gizli bir kardinal miydi?
İslam alimi sıfatıyla meydana çıkmış ve sözde yüzlerce İslami eser yazmış birinin, Hıristiyanlar ve Hıristiyanlık hakkında bu kadar vahim hatalar içinde bulunabilmesi mümkün müdür? Said’in, kendisine inananları doğrudan küfre/ebedi cehenneme götürecek olan bu yazdıklarını hata ile yazmış olma ihtimali var mıdır? Bu gün dinler arası diyalog fitnesinin ülkemizdeki ayağının temel dayanak noktasının da Kur’an veya Sünnet değil de Said-i Nursi ve risaleleri olduğu düşünüldüğünde, acaba Said, ta o zamanlarda bu günkü fitnelerin temellerini mi atmıştır? Bunun için mi Fener Rum Patriği ile çok sıkı bir dostluğu olmuştur? Bunun için mi Said’in bazı yakın talebeleri ve bağlıları Masonik derneklerin kurucularından olmuştur? Bunun için mi Avrupa’da Risale-i Nur’u  bir Yahudi firması olan SHELL bastırmış ve ücretsiz dağıtmıştır?

İlmihal dersi almış bir Müslüman çocuğunun bile aldanmayacağı bu yanlış bilgileri Said ne maksatla söylemiştir, yazmıştır?  Hıristiyanların ruhban sınıfına mensup olanlarının evlenmediği gibi Said-i Nursi de evlenmedi. Bu yüzden mi “Benim has talebelerim evlenmesinler” dedi? “Has talebeleri” ifadesi ile kast ettiği kişiler gerçekte kimlerdi? Kendi gibi gizli kardinaller mi? Hal böyle olunca “Mezarının Vatikan’da olduğu” yönündeki iddialar da çok manidar değil mi? Acaba “has talebe”lerinden Fethullah Gülen de bunun için mi evlenmedi ve Vatikan’a yaptığı ziyaret sırasında bu yüzden mi “Vatikan’da ölmeyi düşledim.” Dedi? Bu yüzden mi Fethullah Gülen, günümüzde, İslam’ın en temel hükümlerini bile çeşitli taktiklerle inkar edip kaldırmaya çalışıyor ve her yaptığı Hıristiyanlara yarıyor? Bu yüzden mi “has talebe” Fethullah Gülen’in ABD’de onlarca yıldır ikamet ettiği villa bile Hıristiyan Misyonerlerin yaz kampı olarak kullandı bir villa? Bu yüzden mi Gülen’in dünyaya hizmet(!) gayesi ile dağıttığı gençlerin ellerinden hep Hıristiyan Cizvitler(Misyonerler) tuttular ve onların gittikleri ülkelerde hızla kurumsallaşmasına zemin hazırladılar? Bu yüzden mi her sene başka başka devletlerin emniyet ve istihbarat birimleri Gülen’in okullarını CIA ve ABD bağlantısı nedeni ile kapatıyorlar?

Hem biliyor musunuz, 1940-1950’lere kadar İslam aleminde “Nurculuk” diye bir akım, mezhep ya da meşrep yoktu? Bu “Nurculuk’u, deli raporlu Said eli ile Hıristiyan Misyonerleri mi kurdu? Yazarımız Harun Çetin’e ait olan aşağıdaki araştırmayı lütfen bu ön bilgileri göz önünde bulundurarak okuyup tahlil edin ve daha geniş bilgi için www.AkademiDergisi.com ’u  ya da www.gerceksaidinursi.blogspot.com’u ziyaret edin.  (Akademi Yönetimi)



RİSALE-İ NUR’DA HRİSTİYANLIĞA DAİR İFADELER


            “Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden bîçârelere gelen felâketler, helâketler, sefâletler, açlıklar, şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semâviye, mâsumlar hakkında bir nevi şehâdet hükmüne geçiyor. Üç-dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken Avrupa’da, Rusya’daki çoluk-çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat, bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki: O musibet-i semâviyeden ve beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise; ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

Onbeşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise; mükâfatı büyüktür belki onu Cehennem’den kurtarır. Çünki, âhirzamanda mâdem fetret derecesinde din ve Dîn-i Muhammedî’ye (a.s.m.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş. Ve mâdem âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (a.s.) dîn-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehâdet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaifler, müstebid büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefâhetinden ve küfrânından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber; yüz derece onlara kârdır, diye hakikattan haber aldım. Cenâb-ı Erhamürrâhimîne hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten teselli buldum.”[1]


            Mazlum da olsa mağdur da olsa, İslam’a ittiba etmeyen hiç kimsenin cennete gidemeyeceğini Allahu Teâlâ şöyle bildirmiştir: “Kendileri kâfir olmuş olan o ehli kitap ve müşrikler; gerçekten içerisinde ebedi kalıcılar olarak cehennem ateşindedirler. İşte sana! Onlar, yaratıkların en kötüsü ancak onlardır.”[2] Dünyada amelleri güzel de olsa, Müslüman olmayanların Cennet’e giremeyeceğini yine Hz.Kur’an bildirir:

Bu güne değin en çok tıklanılanlar