Said-i Nursi, neye ve kime hizmet etti? Niçin meşruti idare şeklini din gibi sahiplendi?

Fethullah Gülen
Fethullah Gülen

Said-i Nursi, Meşruti idare şeklini neden din gibi sahiplendi?
Neden meşruti idare için gerekirse ümmetin yarısını feda etmeyi bile göze aldı?
Said-i Nursi, ne hakla gayr-i müslimlerin devlet idareciliğine/memuriyete getirilmelerine cevaz verdi?

Her kesimden her kesin “İngiliz ajanı” olduğunda ittifak ettiği Ali Suavi’yi neden inadına muteber bildi ve okuyucularına da böyle gösterdi?

Ali Suavi, Osmanlı’da ilk defa Meşruti idareyi, Demokrasiyi, Türkçe ibadeti v.b. İngiliz İstihbaratının ürünü olan kavramları ve görüşleri savunduğu için mi Said de ısrarla onu “üstad” bildi?

Neden Osmanlı’yı parçalayıp yıkmakla ve Hilafeti kaldırmakla görevli, İslam alimi ya da kanaat önderi sıfatıyla meydanda olan İngiliz ajanlarını, Said, hep inadına muteber bildi ve muteber gösterdi?

Said, neye ve kime hizmet etti?
Said, Afgani, Abduh, Reşit Rıza, Ali Suavi ve diğerleri… Hepsinin o kadar çok ortak noktaları var ki… Yoksa hepsi İngiliz İstihbaratının ve batı dünyasının görevlendirdiği kişiler miydi?

Aynası iş ise kişinin, buyurun bakalım işine Said’in…

MEŞRUTİYET UĞRUNA ÜMMETİ FEDA EDEN RİSALELER

            “… Ben bu ittihadın efradındanım (bireylerindenim) ve bu ittihadın tezahürüne (meydana gelmesine) teşebbüs edenlerdenim. Yoksa, sebebi iftirak (ayrılık sebebi) olan fırkalardan değilim. Elhasıl: Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o Kürtleri ikaz etti. Onlar da ona biat etti. Şimdiki Kürtler o zamanki Kürtlerdir. Bu meselede seleflerim (benden önce aynı düşüncede olanlar) Cemaleddin Efgânî, Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduh, Ali Süavî, Hoca Tahsin Efendilerle Kemal Bey (Namık Kemal) ve Sultan Selim’dir.”[1] Said-i Nursî’nin örnek aldığı kişilere bakın ki, biri takiyye yapan Şii, diğeri de masonluğu Mısır’a ve el-Ezher’e sokan kişi Abduh’tur. Biz Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh başlıklarında haklarında yeteri kadar bilgi verdik.
            “Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vali reis değil belki ücretli hizmetkârdır. Farz ediniz ki, memuriyet bir nevi riyaset ve ağalıktır; gayr-i Müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, reisliğimize ortak ettiğimiz vakitte, İslam milletinden dünyanın her tarafında üç yüz bin adamın reisliğine yol açılır. Oralarda ki Müslümanlar da, o topraklarda kaymakam ve vali olabilirler. Biri kaybedip, bini kazanan zarar etmez.”[2]

İslam Devletinde yönetim işi kesinlikle gayr-i Müslimlere devredilemez. Hiçbir koşul bu kuralı değiştiremez. Allah Teala Hz. Kur’an’da yönetici olanların Müslüman olması gerektiğini şöyle vurgulamıştır: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resulüne itaat edin ve sizden olup kendilerine otorite emanet edilmiş olanlara da itaat edin.”[3] Ve hadis-i şerifte şöyle buyruluyor: “Sizi Allah’ın Kitab’ı ile idare edecek Habeşli bir köle dahi başınıza getirilmiş olsa onu dinleyin ve ona itaat edin.”[4] Yani İslam devletinde büyük küçük fark etmez, bütün idareciler Müslüman olmalıdır.

            Said-i Nursî, bir Meşrutiyet aşığıdır. Hatta o kadar âşıktır ki, İslam halifesine isyan edecek ve meşrutiyet yolunda “bu milletin yarısını feda edebilecek” derecededir. “Nurdan zarar gelmez… Gelirse, huffaşa gelir, murdar şeylere gelir. Meşrutiyetin gelmesi için, milletin yarısı bile feda olsa buna değer.”[5] İslam halifesini tahttan indirmek için bir de İslam milletinin yarısı kırdırılacak. Neden? Meşrutiyet gelsin için. “Her ne inşa ettim ise, üstadımız olan Meşrutiyet’ten öğrendim.” sözü de Said-i Nursi’ye aittir. Peki, niçin, emirü’l mü’minine isyan ediliyor, niçin halkın yani Müslümanların yarısı feda ediliyor? Din-i islam’da konumu kesin çizgilerle belirlenmemiş bir yönetim biçimini savunmak için. Peki, Said-i Nursî’nin bu davada arkadaşları kim? İslam düşmanı ittihat ve terakki üyeleri ve Sultan Abdülhamid Hân’ın düşmanları.

            Said-i Nursî, İctimai Reçeteler adlı eserinde: “Asıl Şeriat’ın Malik-i Hakikisi (gerçek sahibi) hakikat ve Meşrutiyet’tir. Demek Meşrutiyet’i şer’i delillerle kabul ettim. Başka müzebzibler (şaşkınlar) gibi taklîdî ve hilaf-ı Şeriat kabul etmedim… İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve Şeriattır. Padişah ne vakit Peygamberimizin emrine itaat etse ve yolunda gitse halifedir. Biz de ona, itaat edeceğiz. Yoksa zulmedenler, padişah da olsa hayduttur.”

            Meşrutiyet, nasıl İslam’ın sahibi olabilir? Daha doğrusu Şeriat sanki Meşrutiyet demekmiş gibi vurgulanmıştır. Sultan Abdülhamit Han’a istibdat ve zulüm yaptı diyenler, O’nun kendisine suikast düzenleyen Ermeni’yi bile affettiğini neden akıllarına getirmezler? Halife Abdülhamit Han’a Peygamberimize itaat konusunda ders vermek sanırım Said-i Nursî’nin son görevi olsa gerek. Zira Sultan Abdülhamit Hân’ın İslam’ı yaşama ve koruma noktasında hiç kimse diyemez ki; “Şu yanlışlığı yapmıştır.” Nursî, İttihat ve Terakki’nin oyununa gelerek İslam’da olmayan bir mesele yüzünden Sultan’a haydut diyecek kadar ileri gitmiş, kendisi de: “Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş sayılır. Benim yolumda giden idarecime itaat eden bana itaat etmiş olur, idarecime isyan eden bana isyan etmiş olur.”[6] hadis-i şerifinde buyrulduğu gibi yanlışı bulunmayan Halife’ye isyan etmiştir.  Ve Allah, Hz. Kur’an’da şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan ulü’l emre (idareciler) de itaat edin…”[7]

                Risale-i Nur’da şöyle geçmektedir: “Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadime hayata başlamış; menfaati herkesin zararında arayan ve istibdatı arzu edenler; “ya leyleteni küntü türaba” demeye başladılar. Yeni Hükümet-i Meşrutamız mucize gibi doğduğu için inşallah bir seneye kadar; “tekaddeme filmehdi sabiyye” sırrına mazhar olacağız. Mütevekilane, sabrederek otuz sene suskunluk orucunun ki, azabsız cennet-i terakki ve medeniyet kapılarını bize açmıştır.”[8]

            Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet, Meşrutiyet hükümeti olan İttihat ve Terakki ile daha derinlere batmıştır. O devir, Meşrutiyet’i istemeyenler, Halife’nin bir hatası olmadığını gördükleri için isyan etmemişlerdir. Asıl “şaşkınlar” Yahudilerin oyununa gelenlerdir. Avrupa’da Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile alakalı menhus piyesleri gösterimden kaldırtan, Theodor Herzl adlı bir Yahudi’nin milyonlarca altın karşılığında Filistin’den küçük bir toprak parçası istediği zaman, bu toprakların milletin toprağı olduğunu söyleyerek onu huzurundan kovan, çoğu idam cezalarını müebbede çeviren bir Halife’yi mi desteklemek şaşkınlık, yoksa iktidara gelir gelmez evvela Balkanlar, sonra Afrika ve daha nice toprakları koruyamayan “Meşrutiyet mucizesi”ni destekleyenler mi? Tarih bunu apaçık göstermiştir. Sultan Abdülhamid’in tahtta bulunduğu otuz üç sene zarfında, hiç kimse İslam aleyhinde neşriyat yapamamış, İstanbul’a gelerek Ehl-i Sünnet’i kirletmeye çalışan Cemaleddin Efgânî ve talebesi mason Abduh, Halife tarafından İstanbul’dan dışarı atılmış, Osmanlı toprakları ve gayrisindeki Müslümanların yaşadığı topraklar mektep ve medreselerle donatılmıştır. İttihat ve Terakki’nin hainleri dahi Sultan’ın açtığı mekteplerde eğitim görmüşlerdir. Said-i Nursî şurada haklı olabilir: “medeniyet kapılarını bize açmıştır.” Çünkü Meşrutiyetin getirdiği yenilgilerle “medeni” kâfirler Devlet-i Aliyye’yi istila etmişler ve böylece medeniyet kapıları açılmış ve sırtlan sürüsü yağmalama yapmıştır. İttihat ve Terakki döneminde muhalefetin mümkün olmadığını eski İttihatçılar söylemektedirler.

            Sultan Abdülhamit Han’a darbe yapıp, ona iftira atanlardan olan Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın, kendisinin de mensubu bulunduğu İttihat ve Terakkî’den yakınan ve Sultan’dan özür dileyen “Sultan Abdülhamit Hân’ın Ruhaniyetinden İstimdat” adlı şiirinden şu kıta pek düşündürücüdür:
Padişah, hem zalim hem deli dedik,
İhtilale kıyam etmeli dedik,
Şeytan ne dediyse biz belî dedik,
Çalıştık fitnenin intibahına.

            Said-i Nursî, Abdülhamit Han’ın yaşadığı saraya da göz dikmiştir: “Menhus Yıldız’ı darülfunun et, ta Süreyya kadar âli olsun. Ve eski zebanîler yerine, melaike rahmeti yerleştir, ta cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin servetini, milletin baş hastalığı olan cehaleti tedavi için millete iade et! Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira senin idarene millet kefildir. Bu ömürden sonra ahireti düşünmek lazım. Şimdi düşünelim; Yıldız, eğlence yeri olmalı veya darülfunun olmalı. Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli! Ve gasbedilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı… Hangisi daha iyidir?[9]

            Said-i Nursî, neden Sultan’ın ikamet ettiği sarayın mektep olmasını istemektedir? Acaba Osmanlı Devletinde mektep veya medrese yok muydu? Sadece Sultan Abdülhamit Han döneminde, Osmanlı topraklarında; 400’e yakın rüşdiye, 60’a yakın idadi ve üç kıtada yüzlerce medrese ve mektep yapılmıştır. Abdülhamit Han’ın eğitime verdiği önemi ve desteği görmek isteyenler “Sultan İkinci Abdülhamit Han Devri Osmanlı Mektepleri” (Çamlıca Basım Yayın) adlı eseri inceleyebilirler.  
|  Harun Çetin
AkademiDergisi.com



[1] Tarihçe-i Hayat, Tenvir Neşriyat, 1987, İstanbul, Yedinci Cinayet
[2] Bediuzzaman’ın Münazarat ve Şerhi, 191
[3] Sûre-i Nisa Suresi/ 59
[4] İbn-i Mace, Cihad:39; Tirmizi, Cihad: 27
[5] Münazarat, 10
[6] İbn-i Mace, Cihad:39
[7] Sûre-i Nisa Suresi/59
[8] Risale-i Nur’dan Nutuklar ve Makaleler, Tenvir Neşriyat, 6                                      
[9] Divan-ı Harb-i Örfî, sh. 26-27               

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Bu güne değin en çok tıklanılanlar