Said-i Nursi (Bediüzzaman) Hıristiyan Misyoneri miydi? Ya da gizli bir kardinal miydi?

Said-i Nursi kimdir?
Said-i Nursi kimdir?
Said-i Nursi Hıristiyan Misyoneri miydi? Ya da gizli bir kardinal miydi?
İslam alimi sıfatıyla meydana çıkmış ve sözde yüzlerce İslami eser yazmış birinin, Hıristiyanlar ve Hıristiyanlık hakkında bu kadar vahim hatalar içinde bulunabilmesi mümkün müdür? Said’in, kendisine inananları doğrudan küfre/ebedi cehenneme götürecek olan bu yazdıklarını hata ile yazmış olma ihtimali var mıdır? Bu gün dinler arası diyalog fitnesinin ülkemizdeki ayağının temel dayanak noktasının da Kur’an veya Sünnet değil de Said-i Nursi ve risaleleri olduğu düşünüldüğünde, acaba Said, ta o zamanlarda bu günkü fitnelerin temellerini mi atmıştır? Bunun için mi Fener Rum Patriği ile çok sıkı bir dostluğu olmuştur? Bunun için mi Said’in bazı yakın talebeleri ve bağlıları Masonik derneklerin kurucularından olmuştur? Bunun için mi Avrupa’da Risale-i Nur’u  bir Yahudi firması olan SHELL bastırmış ve ücretsiz dağıtmıştır?

İlmihal dersi almış bir Müslüman çocuğunun bile aldanmayacağı bu yanlış bilgileri Said ne maksatla söylemiştir, yazmıştır?  Hıristiyanların ruhban sınıfına mensup olanlarının evlenmediği gibi Said-i Nursi de evlenmedi. Bu yüzden mi “Benim has talebelerim evlenmesinler” dedi? “Has talebeleri” ifadesi ile kast ettiği kişiler gerçekte kimlerdi? Kendi gibi gizli kardinaller mi? Hal böyle olunca “Mezarının Vatikan’da olduğu” yönündeki iddialar da çok manidar değil mi? Acaba “has talebe”lerinden Fethullah Gülen de bunun için mi evlenmedi ve Vatikan’a yaptığı ziyaret sırasında bu yüzden mi “Vatikan’da ölmeyi düşledim.” Dedi? Bu yüzden mi Fethullah Gülen, günümüzde, İslam’ın en temel hükümlerini bile çeşitli taktiklerle inkar edip kaldırmaya çalışıyor ve her yaptığı Hıristiyanlara yarıyor? Bu yüzden mi “has talebe” Fethullah Gülen’in ABD’de onlarca yıldır ikamet ettiği villa bile Hıristiyan Misyonerlerin yaz kampı olarak kullandı bir villa? Bu yüzden mi Gülen’in dünyaya hizmet(!) gayesi ile dağıttığı gençlerin ellerinden hep Hıristiyan Cizvitler(Misyonerler) tuttular ve onların gittikleri ülkelerde hızla kurumsallaşmasına zemin hazırladılar? Bu yüzden mi her sene başka başka devletlerin emniyet ve istihbarat birimleri Gülen’in okullarını CIA ve ABD bağlantısı nedeni ile kapatıyorlar?

Hem biliyor musunuz, 1940-1950’lere kadar İslam aleminde “Nurculuk” diye bir akım, mezhep ya da meşrep yoktu? Bu “Nurculuk’u, deli raporlu Said eli ile Hıristiyan Misyonerleri mi kurdu? Yazarımız Harun Çetin’e ait olan aşağıdaki araştırmayı lütfen bu ön bilgileri göz önünde bulundurarak okuyup tahlil edin ve daha geniş bilgi için www.AkademiDergisi.com ’u  ya da www.gerceksaidinursi.blogspot.com’u ziyaret edin.  (Akademi Yönetimi)



RİSALE-İ NUR’DA HRİSTİYANLIĞA DAİR İFADELER


            “Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden bîçârelere gelen felâketler, helâketler, sefâletler, açlıklar, şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semâviye, mâsumlar hakkında bir nevi şehâdet hükmüne geçiyor. Üç-dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken Avrupa’da, Rusya’daki çoluk-çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat, bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki: O musibet-i semâviyeden ve beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise; ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

Onbeşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise; mükâfatı büyüktür belki onu Cehennem’den kurtarır. Çünki, âhirzamanda mâdem fetret derecesinde din ve Dîn-i Muhammedî’ye (a.s.m.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş. Ve mâdem âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (a.s.) dîn-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehâdet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaifler, müstebid büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefâhetinden ve küfrânından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber; yüz derece onlara kârdır, diye hakikattan haber aldım. Cenâb-ı Erhamürrâhimîne hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten teselli buldum.”[1]


            Mazlum da olsa mağdur da olsa, İslam’a ittiba etmeyen hiç kimsenin cennete gidemeyeceğini Allahu Teâlâ şöyle bildirmiştir: “Kendileri kâfir olmuş olan o ehli kitap ve müşrikler; gerçekten içerisinde ebedi kalıcılar olarak cehennem ateşindedirler. İşte sana! Onlar, yaratıkların en kötüsü ancak onlardır.”[2] Dünyada amelleri güzel de olsa, Müslüman olmayanların Cennet’e giremeyeceğini yine Hz.Kur’an bildirir:


            “(...) Kâfir olarak ölenlerin bütün amelleri dünyada da ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateş halkıdır, orada sürekli kalacaklardır.”[3]

            “(...) İmanı tanımayıp küfre sapanın ameli boşa gitmiştir. Kendisi de ahirette kaybedenlerdendir.”[4]

            “Küfredenler ise, yüzükoyun düşüş onların olsun! (Allah) onların amellerini boşa çıkarmıştır. Bu, onların, Allah’ın indirdiklerinden hoşlanmamaları sebebiyledir. Allah da onların amellerini heder etmiştir.”[5]

            Ve Sahih-i Müslim’de geçen hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Muhammed’in canı, (kudret) elinde olan Zat’a yemin olsun ki; bu ümmetten Yahudi veya Hıristiyan herhangi bir kimse beni duyar da, sonra benimle gönderilen dine inanmadan ölürse, mutlaka cehennem ashabından olur.”[6] Cennete, kişinin dünyadaki iyilikleri ve hayırları değil imanı götürür.
            Küçük yaşta ölen kâfir çocukları meselesi ise âlimler arasında tartışmalıdır. Lakin bu konuda en müşfik Ehl-i Sünnet âlimleri bile; ölen çocuğun ya toprak olacağı ya da Cennet’te hizmetçi olacağını söylemiştir. Sert veya müşfik hiçbir alim bu çocukların şehid olacağını söylememiştir. Ayrıca bu ‘on beş’ yaş kaidesini hangi kaynağa dayanarak ifade etmiş olduğunu anlayamadık? Zira kastettiği şey büluğ çağI ise bu her yöreye ve cinsiyete göre değişiklik arzeder. Böyle kesin hüküm çıkarılamaz.

            Yukarı da gördüğünüz gibi, Said-i Nursi, buluğ çağını geçmişlere de müjdeler verir. Hâlbuki Kadı Iyaz (k.s.) diyor ki: “Kâfirlere amellerinin fayda vermeyeceğine, bunlardan dolayı sevap görmeyeceklerine, azapları da hafifletilmeyeceğine icma-ı ümmet mün'akıt olmuştur. Lâkin suçlarına göre küffarın azapları birbirinden şiddetli olacaktır.”[7]

            Ayrıca İslam fıkhında şehadetin türleri de belirtilmiştir. Hadislerde de bu konu pek açık şekilde beyan edilmiştir.

“(...) Allah yolunda öldürülmekten başka yedi (çeşit daha) şehitlik vardır: Taundan ölen şehittir, boğularak ölen şehittir, karın ağrısıyla ölen şehittir, yanarak ölen şehittir, göçük altında kalarak ölen şehittir, doğum esnasında ölen kadın şehittir.”[8]

“Şehitler beş (nev'i)dir: Vebadan ölen, karın hastalığından ölen, suda boğulan, yıkık altında kalıp ölen, bir de Allah yolunda şehit olan."[9]

Ebu Davud’un bildirdiğine göre şehidler sekiz sınıftır ve en efdalleri Allah yolunda cihad ederlerken hayatlarını kaybedenlerdir.[10]

                Asr-ı Saadetten günümüze değin, Müslümanlar Hıristiyanlarla cihad etmiş ve pek çok şehit vermiştir. Ama Resulullah Efendimiz (s.a.v.), ne Hulefa-i Raşidin Efendilerimiz, ne de büyük İslam âlimleri Said-i Nursî’nin beyanına paralel söz sardetmemişlerdir. Şüphesiz bu iddia, şefkat ve merhamet adı altında temiz itikadımıza zarar verir.  Hıristiyanlara elbette acımalıyız, elbette onlara şefkat nazarıyla bakmalıyız, ama bu onların necat ehli oldukları için değil aksine olamadıkları içindir. İnsanlar arasında, en merhametli kim idi? Şüphesiz Muhammed Mustafa Efendimiz (s.a.v.)’di. O (s.a.v)’nun Medine’de bir Yahudi cenazesi geçerken ayağa kalktığını malumumuzdur. Lakin bu, Yahudileri –hâşâ- Cennet’e mi dâhil ettiğini gösteriyor? Şu da bir gerçek ki, yine Yahudi olan Benî Kurayzâ erkeklerini fitne ve fesada sebebiyet verdikleri için idam ettiren de Resulullah Efendimiz (s.a.v.)’dir. Müslüman olan kişinin buradaki dengeyi anlayabilmesi lazımdır. Zira şu vak’a konumuza çok güzel ışık tutacaktır:

            Hz. Ömer (r.a.), bir gün bir rahibin manastırı önünden geçerken durmuş ve beraberindekiler rahibe "Müminlerin emîri seni bekliyor" diye seslenmişler. Rahip çıktığı zaman, dünyayı terk edip fazla ibadet ettiği için benzinin solduğunu gören Ömer (r.a.) ağlamıştır. Bunun üzerine beraberindekiler Hz. Ömer’e:

-Bu Hıristiyan’dır, demişler. Ömer de:

-Hıristiyan olduğunu biliyorum ve o sebeple ona acıyorum. "O gün, öyle yüzler vardır ki, zillet içinde aşağılanmıştır. Çalışmış, boşuna yorulmuştur. Kızgın bir ateşe yollanırlar. Kaynar bir kaynaktan içirilirler." (Sûre-i Gaşiye/2-5) ayetlerini hatırladım da onun, bu kadar yorulduğu hâlde ateşe girmesine acıdım, demiştir.”[11]

            Şu hadis-i şerife Said-i Nursî ve şakirtleri ne diyecek acaba: Ebu Burde (r.a.)’den, o da Ebu Musa (r.a.)’dan naklen rivayet etti. Resulullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Kıyamet günü geldiği zaman Allah Azze ve Celle, her bir Müslümana bir Yahudi veya Hristiyan verecek ve 'Bu, ateşten (cehennemden) kurtuluşun için fidyendir.' diyecektir.”[12]

            Müslim’de muhtelif iki rivayeti daha hadisin vardır: "Allah, ölen her bir Müslüman kimsenin ateşteki yerine bir Yahudiyi veya Hristiyanı girdirecektir."[13] ve "Kıyamet gününde Müslümanlardan birtakım insanlar dağlar kadar günahlarla gelecekler, fakat Allah onların bu günahlarını mağfiret edecek ve onları (günahları) Yahudilere ve Hrisyanlara yükleyecektir."[14] Filhakika, Ömer b. Abdilaziz’in (hadisin ravilerindendir) ve İmam Şâfiî’nin, "Bu hadis, Müslümanlar için en ümit bahş hadistir." dedikleri rivayet olunur. Ki, İmam Nevevî, "Hadis, onların dedikleri gibidir. Çünkü, onda her Müslümanın bir fidyesi olacağına sarahat vardır. Fidye, umumî olarak zikredilmiştir." diyor. [15]

            Said-i Nursî’nin yalnız Hıristiyanlara değil sahip oldukları devletlere karşı da sempatisi vardır:

            “İki dehşetli harb-i umumînin ve şiddetli bir istibdad-ı mutlakın zuhuriyle beraber, bir davâya kırkbeş sene sonra şimalin İsveç, Norveç, Finlândiya gibi küçük devletleri Kur'an’ı mekteplerinde ders vermek ve komünistliğe, dinsizliğe karşı sed olmak için kabul etmeleri ve İngiliz’in mühim hatiplerinin bir kısmı Kur'an’ı İngiliz’e kabul ettirmeğe taraftar çıkmaları; ve Küre-i Arz’ın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle dîn hakikatlarına taraftar çıkması ve İslâmiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükûnet ve musalâha bulacağına karar vermesi ve yeni doğan İslâm devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırkbeş sene evvel olan bu müddeayı isbat ediyor, kuvvetli şahid olur.”[16]

Abdullah Tekhafızoğlu’nun bu konuyla yaptığı çalışmanın 366. sayfasında şu güzel ve düşündürücü değerlendirme mevcuttur:

            “Said Nursî, adı geçen ülkelerde tek tek şahısların İslâm’la tanışıp hidayet bulmaları ile devlet ve hükûmetlerin faaliyetlerini birbirine karıştırmıştır. İsveç, Norveç, Finlandiya gibi ülkelerde komünistlik ciddî bir tehlike oluşturmamıştır. Komünizm; Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Çekoslovakya, Yugoslavya gibi ülkelere ise ancak Sovyetler Birliği’nin 2. Dünya Savaşındaki askerî baskı ve zorlamaları ile girebilmiştir. Artık Batı Almanya ile Doğu Almanya birleşmiş, Avrupa’daki sosyalist ülkeler bu sistemden vazgeçmiş, böylece birçok yeni devlet ortaya çıkmıştır. Hristiyanlık bu ülkelerde tekrar gündeme gelmiş, haçlı ruhu hortlayarak Müslüman asıllı ulusların başına belâ olmuştur. Avrupa’nın ortasında Bosna Hersek’te Müslümanlar soykırıma uğradılar. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile orada da tekrar gündeme gelen Hristiyanlık, Ermeni zulmüyle Müslümanlara kan kusturmaya devam etmektedir. Rusya, Müslüman Çeçenlere hâlâ büyük zulümler uygulamaktadır.
            Said Nursî, İngiltere’den de bahsetmektedir ki, yukarıda da belirtildiği gibi, orada bazı şahıslar İslâm ile müşerref olmuşlardır. Ama, İngiltere devlet olarak, asırlardır İslâm ve Müslümanların en büyük düşmanıdır. Yıllarca İslâm ülkelerini sömürmüş, Müslümanları Hristiyanlaştırmaya çalışmıştır. Hâlâ da bu faaliyetlerine birçoğu fakir olan Asya ve Afrika ülkelerinde, hatta Türkiye’de misyonerleri vasıtasıyla devam etmektedir. Müslümanlara yaptığı en büyük düşmanlık ise, Said Nursî’nin de hayatta olduğu bir tarihte, İslâm topraklarının ortasına İsrail gibi bir terörist Yahudi devletini kurması olmuştur. Keza, Amerika da bu işin en büyük ortağıdır. Bunlar yakın tarihin bilinen olaylarıdır ki, Amerika gibi zalim bir devleti, Said Nursî nasıl olmuş da "bütün kuvvetiyle din hakikatlarına taraftar çıkmış ve İslâmiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükûnet ve musalaha bulacağına karar vermiş, yeni doğan İslâm devletlerini okşamış ve teşvik etmiş ve onlarla ittifaka çalışmış" bir devlet olarak tavsif etmiştir, akıl almıyor. Oysa Amerika; Asya’yı, Afrika’yı ve en önemlisi Ortadoğu’yu karıştıran, barışı ve sükûneti önleyen, hatta oraları Müslüman kanına bulayan bir devlettir. Hâlen Filistin başta olmak üzere Ortadoğu’nun birçok ülkesinde Müslüman kanı, Hristiyanlar ve Yahudiler tarafından akıtılmaktadır ki, bunların en büyük destekçisi Amerika ve İngiltere’dir. "Okşadığı" devletlerden olan Irak’ın hâlinden hiç bahsetmeyelim.”

            Bu güzel değerlendirmeden sonra, Said-i Nursi’nin aşağıdaki sözlerine kulak verelim:
“BİR DERECE MAHREMDİR. (...) Hem Salâhaddin’in, Asâ-yı Musa’yı Amerikalıya vermesi münasebetiyle deriz: "Misyonerler ve Hıristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünki, her halde şimâl cereyanı; İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekâr ve vücub-u zekât ve hürmet-i riba ile, burjuvaları avâmın yardımına dâvet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir." Her ne ise, bu defa sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım. Said Nursî”[17]

            Şu sözlere hayret etmeme imkânı var mıdır? Kimlerle ittifak? Misyonerlerle, yani Hıristiyanlığı yayanlarla. Afrika’da, Asya’da ve cümle İslam topraklarında parayla, kadınla, zorla, savaşla insanları kilise etrafında toplamak için uğraşanlara ittifak edilecek. Niçin? Kominizmle ve ateizmle mücadele için. Bakın, biz Müslümanlar, kâfir Hıristiyanlarla ittifak yapmadık, aynen Resulullah Efendimiz (s.a.v.)’in yapmadığı gibi. Kominizm yıkılmadı mıHem de çok ileri görüşlü (!) Said-i Nursî’nin vefatından kısa bir süre sonra. Peki bu sefer, kafir Hıristiyanlar kimler üzerine yöneldi? Eskiden olduğu gibi, yine Müslümanlar üzerine. Fransa, Cezair Müslümanlarına katliam yaparken Said-i Nursî hayatta değil miydi? Nasıl bir düşüncedir bu?
            “Yalnız kendi dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak değil, Hıristiyanların hakiki dindar ruhanîleriyle de ittifak edilmelidir.”[18] Hangi “hakiki dindar ruhaniler?” Hz.Kur’an’ın bildirmediği, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in açıklamadığı Hıristiyanlarla mı? Bin dört yüz boyunca hiç ama hiçbir âlimin, salihin ve arifin haberi mi yoktu acaba?  Biz biliyoruz ki, Hz. Kur’an; hıristiyana kâfir, Fahr-i Kâinat (s.a.v.) müşrik demiştir. Üzerine söz söylemek kimin haddine!
            Dahası, Risale-i Nur’da, Hristiyanlığın evvela yenileceği yani asli hali olan İseviliğe döneceği ve daha sonra İslam ile beraber ateizm ve komünizme karşı savaşacağı belirtilir. Öyle ki, Hz. İsa Aleyhisselam’ın yeryüzüne tekrar indirildikten sonra, Hristiyanlığı aslî haline kavuşturacağı ve İslam’la omuz omuza olacağını yazmaktadır. Biz Said-i Nursî’nin bu konudaki ifadelerini birlikte yazdıktan sonra cevap kısmına geçelim:

“Ahirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek" meâlindeki hadîsin sırrı şudur ki: Ahir zamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı Ulûhiyete karşı İsevîlik dîni tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılâb edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî kılınciyle o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürür: öyle de; Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı mânevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevîsini temsil eden deccalı öldürür. Yâni inkâr-ı Ulûhiyet fikrini öldürecek.”[19]

            “(...) İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dîni zuhur edecek, yâni Rahmet-i İlâhiyenin semasından nüzul edecek; hâl-i hâzır Hıristiyanlık dîni o hakikata karşı tasaffi edecek, hurâfattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; mânen, Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâb edecektir.. Ve Kur'ana iktidâ edecek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi, tâbi’; ve İslâmiyet, metbu’ makamında kalacak. Dîn-i hak, bu ittihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûb olan İsavîlik ve İslâmiyet; ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i semâvatta cism-i beşerîsiyle bulunan Şahs-ı İsâ Aleyhisselâm, o dîn-i hak cereyanın başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sâdık, bir Kadîr-i Külli Şey’in va’dine istinad ederek haber vermiştir. Mâdem haber vermiş, haktır; mâdem Kadir-i Külli Şey’ va’detmiş, elbette yapacaktır.”[20]

            “Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı Ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’ın dîn-ihakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaâti nâmı altında ve "Müslüman İsevîleri" ünvanına lâyık bir cem'iyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’ın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak; beşeri, inkâr-ı Ulûhiyetten kurtaracak.”[21]

            “Hem Deccal’ın rejimine ve teşkil ettiği komitesine ve hükûmetine ait garip hâlleri ve dehşetli icraatı, onun şahsiyle münâsebetdâr rivâyet edilmesi cihetiyle mânası gizlenmiş. Meselâ, "O kadar kuvvetlidir ve devam eder: yalnız Hazret-i İsâ (a.s.) onu öldürebilir, başka çare olamaz." rivayet edilmiş. Yâni, onun mesleğini veyırtıcı rejimini bozacak, öldürecek; ancak semâvî ve ulvî hâlis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-ı Kur'aniye’ye iktida ve ittihad eden bu İsevî dinidir ki, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’ın nüzûlü ile o dinsiz meslek mahvolur, ölür. Yoksa onun şahsı bir mikrop, bir nezle ile öldürülebilir.”[22]

            Şu husus herkesin malumudur ki, Hristiyanlık tahrif olmuştur, İncil tahrif edilmiştir ve yeniden ihyası mümkün değildir. Hakikatı kalmayan bir din nasıl aslına rücu eder? Hiç Kur’an’ın ve Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in beyanlarında böyle bir açıklama var mıdır? Yoktur. Şüphesiz, Hz. Resulullah Efendimiz (s.a.v.), peygamberlerin sonuncusudur ve İslâm’ın zuhurundan sonra da bir başka semavî din gelmeyecektir.

            "Keza, 'biz Hıristiyanız' diyenlerden de söz almıştık. Onlar da kendilerine hatırlatılan şeylerin çoğunu unutmuşlardı. Biz de, onların arasına kıyamete kadar sürecek kin ve düşmanlığı soktuk. Allah (kıyamet günü), ne yapmış olduklarını onlara elbette haber verecektir. Ey kitap ehli! Kitaptan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu size açıklayan, çoğundan da vazgeçen Peygamberimiz size gelmiştir. Ayrıca size, Allah’tan bir nur ve apaçık bir Kitap da gelmiştir.”[23]

            Said-i Nursî ve taraftarları, iddia ettikleri şeylerin teslis inancına inanmayan Hıristiyanlar için geçerli olduğunu söylerler. Bu ayrımı ne Kur’an ne Sünnet-i Nebevî ne Selef-i Salihinin akidesinde bulmak mümkün değildir. Hıritiyanlar arasında ancak şu ayrım vardır: Resulullah Efendimiz (s.a.v.)’den öncekiler ve sonrakiler. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in bi’setinden sonra, O’nu ve getirdiklerini inkâr eden Hıristiyanlar küfr içindedirler.

            Hıristiyanların yapmakla yükümlü oldukları tek vazife kayıtsız şartsız Müslüman olmaktır. Said-i Nursî’nin ifadesine göre, ‘kendi dinlerini İslam’la ikmal etmeleri’ hususu imkânsız ve Şeriat’e uymaz. Çürük temel üzerine sağlam bir bina yapılamaz.

            Adiy b. Hatem (r.a.), Abdullah b. Selâm (r.a.); Allah Resulünün mümtaz sahabelerindendi. Bu zatlar, Hıristiyanlıktan İslam’a dönmüşler ve eskiye dair hiçbir şeyi İslam’la birleştirmemişlerdir. Hâlbuki onlar, Hıristiyanlığın aslına bugünkülerden daha yakındılar.

            “Allah katında din, İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarındaki aşırılıktan ötürü, ayrılığa düştüler. Allah’ın ayetlerini inkâr edenbilsin ki, Allah hesabı çabuk görendir. Seninle tartışmaya girişirlerse, de ki: 'Ben de kendimi Allah’a teslim ettim, bana uyanlar da.' Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: 'Siz de islâm oldunuz mu?' Eğer islâm olurlarsa doğru yolu bulurlar. Yok eğer dönerlerse, sana düşen, yalnız duyurmaktır. Allah, kullarını hakkıyla görmektedir.”[24]

“İslâm’dan başka bir din arayandan, (bu din) asla kabul edilmeyecektir. O, ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” [25]

“Ey kitap ehli, (gerçeği) gördüğünüz hâlde, niçin Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorsunuz?”[26]
            Said Nursî, Müslümanların komünizme karşı ancak Hristiyanlarla birleşmek suretiyle mücadele edebileceklerini zannederken, vefatından birkaç 10 yıl sonra komünizm tarih sahnesinden silinip gitmiştir. Hem de komünist olan o eski Hristiyanlar, bırakın İslâm’a tâbi olmayı tekrar asıllarına rücu etmiş ve tıpkı ataları gibi dünyanın dört bir tarafında Müslümanlara karşı yeni haçlı seferleri başlatmışlardır.

Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, muhakkak ileride Meryem oğlu İsa sizin içinize adaletli bir hakem olarak inecektir. O zaman o, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracaktır. (...)”

            Hadisi rivayet eden Ebu Hureyre (r.a.) şöyle derdi: “İsterseniz şu ayeti okuyunuz: "Kitap ehlinden hiç kimse hariç olmamak üzere, ölümünden evvel, andolsun ona (İsa’ya) mutlaka iman edecek, o da kıyamet günü kendileri aleyhine birşahit olacaktır" (Sûre-i Nisâ/159)[27]

Merhum Ahmed Davudoğlu Hoca bu hadisin izahında şöyle der:

“Onun indiğini duyunca hemen Yahudilerle Hristiyanlar peyder pey istikbale koşarak: "Biz senin ümmetindeniz" diyeceklerse de, Hz. İsa "Yalan söylüyorsunuz!" diyerek kendilerini paylayacak ve ashabının ancak muhacirler olduğunu söyleyerek, onların halifesini arayacak, onu namaz kıldırırken görünce geri çekilerek: "Sen namazı kıldır. Allah senden razı olmuştur. Ben emîr değil, ancak vezir olarak gönderildim!" diyecek, namazı her zamanki imam kıldıracaktır. (...)”

İsa (a.s.)’nın yeryüzüne indirilmesinin hikmeti babında Aynî şunları kaydetmektedir:

“Bu hususta birkaç vecih vardır: (...) Hz. İsa, Peygamberimiz (s.a.v.) ile ümmetinin sıfatlarını gördüğü vakit, bu ümmetten olmayı istemiş; Allah da duasını kabul ederek onu sağ bırakmıştır. Ahir zamanda Müslümanların umurunu yeniden tanzim etmek için yere indirilecek ve bu hadise Deccal’ın çıktığı zamana tesadüf ederek Deccal’ı tepeleyecektir.”[28]
            Said-i Nursî: “…bazen de o, şahs-ı maneviyi bir hadime vermişler ve hadime mültefitane bakmışlar. Bu hakikatten anlaşılıyor ki sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir programı olarak neşir ve tatbik edecek ve o zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektir… O zatın üçüncü vazifesi Hilafet-i İslamiyye’yi İttihad-ı İslam’a bina ederek İsevi ruhanileriyle ittifak edip Din-i İslam’a hizmet etmekir.”[29]

            Yani gelecek şahsın ilk vazifesi Said-i Nursî’nin kitaplarını neşretmek sonra Allah’ın emirlerini tatbik etmek. Said-i Nursî’nin emirleri Allah’ın emirlerinden evvel mi geliyor acaba? Ayrıca “Hilafet-i İslamiyye’yi İttihad-ı İslam’a bina etmek”ten bahsediyor. Madem Hilafet-i İslamiyye’yi ihya etmek istiyordu niçin, Sultan Abdülhamit Hân Hazretlerinin Panislamizm idealiyle tüm İslam dünyasını bir çatı altında toplamaya çalıştığını bilerek onu tahtından indirmek isteyen İttihat ve Terakki ile beraber hareket etmiştir? Emmanuel Karasso adlı bir Yahudinin kurmuş olduğu İttihat ve Terakki’ye üye olup, İslam Halifesine isyan bayrağı açmak nasıl oluyor da İttihad-ı İslam’a hizmet oluyor?

            Said-i Nursî: “Kur’an size bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak itikatlarınızı ikmal ve yanınızda bulunan dinî esaslar üzerine bina ediniz, diye teklifte bulunuyor. Zira Kur’an ta’dil ve tekmil edicidir. Yalnız zaman ve mekânın değişmesi tesiriyle, tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessirdir.”[30]

            Hz. Kur’an’ın böyle bir iddiada bulunmadığı ehl-i kitapla alakalı ayetlerle sabittir. Zira Hadid Sûresinin 22. ve Kamer Sûresinin 49. ayetlerinin işaretiyle, sahih hadislerle ve Cibril hadisi denen meşhur hadisle imanın altı şartı belirlenmiş ve bunlardan birinin eksikliği imanın eksikliği olmuştur. Ve sormak lazımdır Hıristiyanların yanında Allah’ın istediklerinden ne kalmıştır? Namaz mı, oruç mu, zekât mı? Hiç çürük temele sağlam bina inşa edilir mi? Allah, Muhammed Mustafa (s.a.v.)’dan önceki bütün dinleri ve kitapları nesh etmiş, hükümlerini kaldırmış, yalnız Hatemü’l Enbiya (s.a.v.)’ın getirdikleriyle yeni bir şeriat oluşturmuştur. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “O Rasül size ne verdiyse onu alın.”[31] Ayrıca madem ehl-i kitap cennete gidecek, Allah bizi niçin onlarla savaşma hususunda mükellef tutmuştur: “O kendilerine kitap verilmiş olan kimselerle savaşın ki, onlar ne Allah’a, ne de o son güne inanmazlar, Allah’ın ve Rasülünün haram ettiği şeyleri yasak görmezler, hak dini de din olarak kabul etmezler, ta ki onlar zelil kimseler halinde cizyeyi elden versinler!”[32]

            “Risale-i Nur, yirminci asrın Müslümanlarını ve bütün insanları koyu bir fikir karanlıklarından ve müthiş dalâlet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyariyle yazılmış değil, Cenab-ı Hakk’ın lisanîyle yazılmış bir eserdir.”[33]

            Cenab-ı Hakk’ın lisanı yani kelamı vahiy değil midir? Vahiy ise, Kur’an ve Resulullah Efendimiz (s.a.v.)’den sadır olan hadisler (vahy-i gayr-i metluv)’dir. Said-i Nursî’nin şu beyanatı da yukarıdaki sözleriyle aynıdır:

Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili, hakkın ilhamı olup O’nun izni ile yazıldığına şüphe yok. "Ben, kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitabdan alınmadım, hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbânî ve Kur'ânîyim. Bir lâyemut’un eserinden fışkıran kerametli bir Nûr’um.”[34]

Said-i Nursî’nin talebeleri, peygamberlere istinâden söylenmiş bir hadis-i şerife onu mazhar kılmışlar ve bu da Risale-i Nur’da geçmektedir.

“(...) Böyle bir emr-i Hak vuku bulduğunda, seni nerede defn edeceğiz. Konya’da Hazret-i Mevlana’da mı? Civar-ı Hazret-i Eyyüb’de mi? yoksa Cennetü’l Mualla veya Cennetü’l Bâki’de mi? Bunu bize açıkça bildir.

Hayır Üstadım, gel biz seni Risale-i Nur tercümanı şahsiyetiyle gönlümüze gömelim. Her zaman seni orada görelim, görüşelim, her zaman sevelim ve sevişelim. Yahut bu ciheti ………………… Hâdis-i Âlîsine havale ederek, vasiyetnamenizde onun için mi beyan ve tasrih buyurmadınız.” [35]
Noktalarla belirttiğimiz yere şu mealdeki hadis-i şerifin aslını koymuşlardır:
“Allah, her peygamberi(n ruhunu), ancak defnedilmesi gereken yerde kabzeder.”[36]

            Said-i Nursî, risalelerini Allah’tan inen kitaplarla mukayese etmiş ve Allah’a şöyle dua etmiştir: “Yâ Rabbî (…) Hazret-i Mûsa Aleyhisselâm’a denizi ve Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’a ateşi ve Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm’a dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’a cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a şems ve kameri teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur’a, kalbleri ve akılları musahhar kıl!”
            Said-i Nursî, her insanın hatta çok büyük âlimlerin bile Risale-i Nur’u okumasının şart olduğunu bildirmekte, aksi takdir de çok büyük bir mahrumiyetle onları tehdid etmektedir. Okumayan âlimde enaniyet olacağından bahseden Said-i Nursî’de mi enaniyet vardır, yoksa bildikleri ilimleri ve takvaları ve yazdıkları eserlerle övünmemeleri hasebiyle Risale-i Nur okumayan âlimler de mi ucub ve kibir var, hakperest kişiler anlayacaktır.

            “Hem şu hakikat zâhir ve bahirdir ki: Bir kimse allâme dahi olsa, Risale-i Nur’un ve müellifinin talebesidir; Risale-i Nur’u okumak zaruret ve ihtiyacındadır. Eğer gaflet ederse kendini aldatan enaniyetine boyun eğip, Risale-i Nur Külliyatını okumazsa büyük bir mahrumiyete düçâr olur.”[37]

            Allah Teâlâ, Kur’an-ı Azimüşşan’da kıyametin vaktiyle alakalı şöyle buyurmuştur: “Kıyamet vakti yaklaştı. Allah’tan başka onun vaktini bilen de yok.” Böyle olduğu halde Said-i Nursî  “... Ve’l-ilmu indallahi lâ ya’lemu’l-gaybe illallâhu Hattâ ye’tiyallahu bu emrihi (şedde sayılır) fıkrası dahi, makam-ı cifrîsi bin beşyüz kırkbeş (1545) olup kâfirlerin başında kıyamet kopmasına îmâ eder… Bu îmalar gerçi yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil, fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat böyle îmalar ile bir nevi kanaat bir gâlip ihtimal gelebilir.”[38]

|  Harun Çetin
AkademiDergisi.com




[1]Kastamonu Lâhikası, 114-115, Yirmiyedinci Mektubdan/Gayet ehemmiyetlidir; Tarihçe-i Hayat, 290, Kastamonu Hayatı/ Üstad Bediüzzaman’ın İkinci Dünya Harbi Esnasında Yazdığı Mühim Bir Mektub
[2] Sûre-i Beyyine/6
[3] Sûre-i Bakara/217
[4] Sûre-i Mâide/5
[5]Sûre-i Muhammed/8-9
[6] Müslim, İman:70, no:153
[7] Ahmed Davutoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 2/246-247
[8] Ebû Dâvud, Cenâiz, 11/3111; Muvatta', Cenâiz, 12/36
[9] Buhārî, Cihâd, 30/45; Müslim, İmâre, 51/164
[10] Yeniel, Sünen-i Ebî Dâvud Terceme ve Şerhi, 11/478
[11] Hayatü’s Sahabe, M.Yusuf Kandehlevî, cilt:1
[12] Müslim, Tevbe, 8/49
[13] Müslim, Tevbe, 8/50
[14] Müslim, Tevbe, 8/51
[15] Ahmed Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 11/125-126
[16] Tarihçe-i Hayat, 88, İlk Hayatı/Arabî Hutbe-i Şamiye Eserinin Tercümesi/Birinci Kelime/Hâşiye; İctimâi Reçeteler II, 101
[17] Emirdağ Lâhikası I, 150, Yirmiyedinci Mektuptan/Bir Derece Mahremdir; Tarihçe-i Hayat, 473, Emirdağ Hayatı/Bir Derece Mahremdir
[18] Lem’alar, 146
[19] Mektubat, 6, Birinci Mektub, Dört Sualin Muhtasar Cevabıdır
[20]Mektubat, 53-54, Onbeşinci Mektub/İkinci Makam.
[21]Mektubat, 417, Yirmidokuzuncu Mektup/Yedinci Kısım: İşârât-ı Seb'a
[22] Şuâlar, 448; Siracü'n-Nûr, 234, Beşinci Şuâ
[23]Sûre-i Maide/14-15
[24]Sûre-i Âl-i İmran, 19-20
[25]Sûre-i Âl-i İmran/85
[26]Sûre-i Âl-i İmran/70
[27] Buharî, Enbiyâ, 51/118; Müslim, Îmân, 71/242
[28] Ahmed Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 2/59-62
[29] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 2062
[30]İşaretü’l İ’caz/ Bakara Suresi’nin 4. Ayeti Tefsir
[31] Sûre-i Haşr Suresi/7
[32] Sûre-i Tevbe Suresi/29
[33] Rehberler, 141, Gençlik Rehberi/Risale-i Nur Nedir? Ziver Gündüzalp kardeşimizin Konya Nur Talebeleri adına, Risale-i Nur hakkında görüşlerini ifade edip, Ankara Üniversitesi gençlerine gönderdiği bir konferanstır.
[34] Müdâfaalar, 347, Afyon Müdâfâsı/Afyon MahkemesiKararnâmesinden/Sanıklardan Bilahere Yakalanmış Olduğundan, Bilirkişilere Tedkike Gönderilemeyen Sair Eserler ve Mektublardaki Suç Mevzuu Olan Yazıların Hulâsaları. Benzer ifadeler için bak. Şuâlar, 141, 523, 535, 545, 590; Mektubat, 361, 362; Sikke-i Tasdîk ı Gaybî, 68, 74; Kastamonu Lâhikası, 14, 179, 212; Âsâ-yı Mûsa, 118; Tarihçe-i Hayat, 579
[35] Siracü’n-Nûr, 253, Hasan Feyzi’nin Mersiyesi
[36] Tirmizî, Cenâiz, 32/1023. Nitekim, Resulullah (s.a.v.) vefat ettiğinde, defin yeri hususunda ihtilâf edilmiş, Ebu Bekir (r.a.)’in bu hadisi hatırlatması üzerine, Peygamberimiz yatağının olduğu yere defnedilmiştir.
[37] İctimâi Reçeteler II, 193, Hakikat Çekirdekleri/Hutbe-i Şâmiye’nin İkinci Zeylinin İkinci Kısmı/Üniversite Nur Talebeleri Namına Abdünnur
[38] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, Birinci Şua

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Bu güne değin en çok tıklanılanlar